TÜRKONFED: Yeni Dönemde Geleceği Bugünden İnşa Edelim

TÜRKONFED: Yeni Dönemde Geleceği Bugünden İnşa Edelim

Ekonomik gelişmişlikte kalkınma, büyüme ve başarı tanımları değişirken, sosyo-ekonomik göstergeler kötüleşiyor. Türkiye, kronik sorunlarını uzun vadeli stratejiler ile çözerek geleceğini inşa etmelidir. 


Yüksek enflasyona alışmak, kalkınmanın önündeki en büyük engellerdendir.


Yüksek büyümenin toplumsal refah yaratması beklenirken, gelir dağılımında yaşanan adaletsizlik ülkemizin öncelikli sorununun enflasyon olduğunu gösteriyor. Sadece ekonomik değil toplumsal ve sosyal sorunlara da neden olan enflasyon, toplumun refah düzeyini aşağı çekerken, üretim çarklarında ciddi bir ivme kaybına yol açıyor.

1971'den başlayarak 34 yıl süren çift haneli fiyat artışlarının görüldüğü enflasyonist bir süreç yaşamıştık. Yaptığımız anket çalışmaları ve birebir görüşmelerde yeniden böyle bir sürece girdiğimize dair bir kanının Anadolu iş dünyasında oluştuğunu görüyoruz. Nitekim son zamanlarda kurdaki yukarı yönlü hareketliliği ve çekirdek enflasyondaki katılığı hesaba kattığımızda yıl sonu enflasyonun yüzde 40’ın üstünde olması oldukça mümkün görünüyor. Diğer yandan enflasyonun sektörler, ürünler ve hizmetler arasında yayılma etkisini de hesaba kattığımızda ancak 2024’ün ikinci yarısında görece düşük bir enflasyon seviyesi görebiliriz.

Yüksek enflasyona mücadelede iş dünyası da yurttaşlarımız da gerekli adımları anlayışla takip ediyor. Ancak makul bir zeminde iyi bir politika etki analizi yapılarak ilerlenmesi gerektiğine inanıyoruz. Türkiye’nin kazanımlarını yitirmesine sebep olacak bir takım yan etkilere karşı ilave destek kararlarının alınması her zaman gündemde tutulmalıdır. 2023 yılı ikinci çeyrek için son yaptığımız finansmana erişim anketimiz işletmelerin finansmana erişim sorunlarının arttığına işaret ediyor. Anket verilerini takiben yaptığımız birebir görüşmelerde ise verimli KOBİ ve işletmelerin dahi artan finansman sorunlarından dolayı iflas tehlikesi ile karşılaşabileceği ifade ediliyor.

Enflasyonun arkasındaki dinamiklerinin doğru anlaşılması gerekiyor. Bu bağlamda kur ve enflasyon arasındaki etkileşimin ve diğer yandan ihracatçı sektörlerin ihtiyaç duyduğu kur artışlarının aynı anda dikkate alınması makroekonomik bir ikilem ve kısır döngüye işaret ediyor. Türkiye’nin yüksek hammadde ve aramalı ithalatına bağımlı olması da kurdaki artışların enflasyona etkisini artırıyor. Buradan çıkış orta ve uzun vadede katma değerli üretim ve yüksek teknoloji ihracatını arttırmaktan geçiyor. Bölgesinde bir sanayi devi olan Türkiye ekonomisinin tarihsel olarak rekabet gücü gittikçe artmış olsa da düşük teknolojiye dayalı ihracat ve üretim yapısına sıkışıp kalmıştır. Diğer yandan bütün ülkelerde teknoloji yatırımları yapmak gittikçe maliyetli hale geliyor. Dolayısıyla Türkiye potansiyelinin altında kalan ülkeler arasında endekslerde ilk sıralarda yer alıyor. Diğer yandan doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının da 2023’te azaldığını görüyoruz. Almanya, İsrail, Fransa, Polonya gibi ülkelerin büyük uluslararası teknoloji şirketlerinin ülkelerinde yatırım yapması için ciddi teşvikler açıkladığı dönemde Türkiye’nin de kapsamlı bir sanayi perspektifi geliştirmesi gerekiyor. TÜSİAD’ın güncel sanayi raporuna göre firma içi verimlilik artarken sektör içi verimlilik düşüyor. Bu da bize teşvik sistemlerinde etki analizinin doğru yapılması gerektiğine işaret ediyor. Kıt olan kamu kaynaklarının; teşvik, destek ve hibeler için kullandırılmasında kesinlikle anlamlı etki analizleri kullanılmalı gerektiğini görüyoruz.
Ülkemizde yüksek teknoloji endüstrilerine ve yeşil dönüşüme öncelik veren stratejik bir sanayi politikasına ihtiyaç duyulmaktadır. Düşük teknolojili ürünleri satarken fiyat üzerinden rekabet etmek zorunda kaldığımızdan ve düşük katma değere yol açtıkları için ticaretimizi de olumsuz etkilemektedir. Yüksek teknoloji ihracatımız yüzde 3 seviyesinde iken bu oranın OECD ülkeleri ortalamasın yüzde 17 – 18 bandından seyrettiğini biliyoruz.

Enflasyon ile mücadelede esas olanın sadece daraltıcı politikaları uygulamak değil aynı zamanda bir takım destekleyici tedbirleri de paralelinde yürüterek kalıcı bir hasar kalmamasına sağlamak olduğunu da görmeliyiz. Özellikle Covid-19 pandemisi sonrasında ve iklim değişikliği, yeşil dönüşüm ve dijital dönüşüm kavramlarının ön plana çıktığı süreçte para ve maliye politikalarında yeni perspektiflerin tartışılmaya başlandığını görüyoruz. Buna göre enflasyon ile geleneksel mücadele yöntemlerinin yanı sıra bazı destek kararlarının alınması enflasyondaki düşüşü hızlandırıyor. Örneğin İspanya’nın aynı anda enflasyonu düşürmeyi başaran bazı makul mali ve düzenleyici önlemi uygulamaya koyması ile enflasyonu diğer Avrupa ülkelerine kıyasla büyük bir başarı ile yıllık enflasyon yüzde 1,9’a kadar geriledi. Türkiye’nin mevcut ekonomik şartlar altında sadece faiz oranlarını arttırarak enflasyonu düşürmesi zor görünmektedir. Faiz artışları enflasyonun panzehiri olduğu gibi ek mali ve düzenleyici tedbirlerde yüksek enflasyon ile mücadelede destek mekanizması olarak kullanılmalıdır. Nitekim, son zamlarla beraber enflasyon beklentilerinin yüzde 70’e yeniden merdiven dayadığı bir atmosferde faiz oranlarının nereye kadar arttırılması gerekeceği iş dünyası için ciddi bir kaygı unsuru haline gelmiştir.

Bir kez daha vurgulamak istiyoruz ki enerji ithalatına bağımlı ülkemiz; mevcut maliyet ve girdi yapısı ile düşük teknolojili üretim ve ihracatı ile enflasyonist etkilerden sıyrılamayacaktır. Dolayısıyla enflasyon ile en iyi mücadele yöntemi orta ve uzun vadeli sanayi ve bilişim politikaları ile toplam faktör verimliliğini arttırmaktadır. Bölgesinde sanayi devlerinden sayılan Türkiye’nin yeni ufuklara işaret eden potansiyelini gerçekleştirmesi için ucuz işgücü ve yüksek kur ile fiyat avantajı yakalamaya çalışan vizyonundan kurtulması gerekiyor. Son 40 yıldır kalkınmanın lokomotifliği için özel sektöre güvendik. Gördük ki eğitimden sağlığa, altyapıdan sektörel ve bölgesel yatırımlara tek başına özel sektörün katkısı yetmiyor. İnsan onurunu ve doğayı korumayı hedefleyen yeni bir kalkınma modeline ve sanayileşme stratejisine ihtiyacımız var. “Kamu mu, özel sektör mü?” gibi ikilemlere değil; sektöre ve bölgelere özel, yeni bir girişim ile yatırım modelini kurgulamalıyız. Bugün kurulacak işbirlikleri gelecekteki en büyük gücümüz olacak. Bu bağlamda Türkiye’nin demokratik ve kurumsal kültürünün işbirliği ile güçlendirilmesi açısından yeni dönemde Ekonomik ve Sosyal Konsey yapısının aktif bir şekilde devreye alınması gerektiğine inanıyoruz. Ekonomik ve sosyal politikaların oluşturulmasında hükümete istişarî nitelikte görüş bildirmek amacıyla yapılandırılacak ESK, her türlü görüşün seslendirilebildiği, geniş bir temsil kabiliyetine sahip bir kurum olabilmelidir.

İş dünyası artık kulaktan duyma sözde kulis bilgilerinin tedirginliğini yaşamak istemiyor: Doğru iletişim kurulmalı.


İyi bir ekonominin olmazsa olmazı güvendir. Türk iş dünyası beklenmeyen gelişmelerden yorulmuş olduğu gibi yeni sürprizleri kaldırmakta zorluk çekeceği açıktır. Karar alma ve regülasyon süreçlerinde en önemli konu beklentilerin yönetilmesidir. Vatandaşlar ve şirketlerin gözünde enflasyonun düşeceğine dair beklenti oluşturulamazsa, uygulanan politikalar ya faydasız kalacaktır ya hedefe ulaşmakta zorluk yaşanacaktır. Örneğin; TCMB politika faizi kararını açıkladığı süreçte yüzde 15’ten yüzde 40’a kadar geniş bir skalada çeşitli kurumsal tahminler vardı. Bu açıkça hem reel hem finansal piyasalarda beklentilerin şekillenmesinde olumsuz etki yaratmaktadır. Türkiye için politika faizi beklentisi açıklamayacağını ilan eden uluslararası yatırım bankaları oldu.

Türkiye’nin değer yaratan yurttaş ve şirketleri; ekonomi yönetiminden doğru ve anlaşılabilir bir iletişim tarzına geçmesini talep ediyor. Her ne kadar fayda getireceği düşünülse de eklenmedik ve öngörülmeyen birtakım kararların alınması büyük bir öngörülemezlik sorunu yaratıyor. Beklentileri yönetmek açısından doğru ve rasyonel davranmak yeterli değil, doğru iletişim kurmak da en önemli parametrelerdendir. Hem yerli hem yabancı yatırımcılar için en kolay iletişim reformu kurumsal bağımsızlığın sağlanmasıdır. Türkiye ikiz dönüşüm yatırımlarını arttırmak için doğrudan yabancı yatırımlara daha fazla ihtiyaç duyuyor ancak 2023 yılının ilk 5 ayında sadece 4,4 milyar dolar yatırım çekerek 2004 yılından beri en düşük yabancı yatırımı aldığımızı görüyoruz. Türkiye tasarruf açığı olan bir ülke olarak doğrudan yabancı yatırımlara yönelik akran ülkeler ile rekabet edebilir düzeye gelmelidir. Bunun için yargı bağımsızlığı ve ekonomik kurumların bağımsızlığına dair samimi ve yüzeysel olmayan adımların atılması gerekmektedir. TCMB Başkanı Sayın Gaye Erkan ve Hazine ve Maliye Bakanı Sayın Mehmet Şimşek’in bundan sonra kurumsal bağımsızlığı fiilen uygulayan ve piyasalar ile doğru iletişim kuran yeni bir iklim yaratabileceğine inanıyoruz. Ancak yeni ekonomi yönetiminin hedeflerini ortaya koyarak reel ve finansal piyasaları öngörülemezlikten kurtarması, önümüzü görebilmesi için ekonomi modelinin yeni Orta Vadeli Program’da mümkün olan en yakın zamanda sunulmasını bekliyoruz.

Doğru iletişimin kurulmaya başlandığında yapısal reformlara yönelik bir yol haritasının da ortaya konulması gerekmektedir. TÜRKONFED olarak yapısal reformlar için en iyi örneğin Cumhuriyet reformları gibi eğitimden ekonomiye yargıdan sanayileşme planları ülkenin güncel ihtiyaçlarını doğru analiz eden reformlar olduğunu düşünüyoruz. Her ülke değişen sosyal, kültürel ve ekonomik dönüşümlere uyum sağlamak zorundadır. İşte yapısal reformlar planlı, düzenli biçimde bu dönüşümlerin sağlanmasıdır. 1929 Buhranı ile bütün dünyada ekonomik sorunlar büyük acılara neden olurken Türkiye kalkınma hamlelerini başarıyla gerçekleştirmişti. İşte bu başarılı dinamizmin ardında Cumhuriyetimizin kapsamlı yapısal reformları vardı. Diğer yandan 2001 Krizi’nin kalıcı görülen etkileri bazı temel ekonomik reformlarla giderilmiş ve Türkiye kriz yönetiminde büyük bir yol katetmişti. Türkiye enflasyon beklentilerini kırmayı başaran bu temel reform adımları sayesinde 2000’lerin başında ve 2008-2009 küresel kriz döneminde enflasyonu kalıcı şekilde düşük tutabildi.

Türkiye 2. Yüzyılda da çağın gerekliliklerine uyum sağlayarak dijital dönüşüm, yeşil dönüşüm ve toplumsal dönüşümlerini sağlamış bir Türkiye için yapısal reformlarımızı iyi belirlemeli ve hayata geçirmeli. En büyük ve öncelikli yapısal reform kurumsal bağımsızlığı tesis etmektir.

Adalete dair soru işaretlerinin bulunduğu ve hukukun üstün kılınmadığı bir ortamda istikrarlı bir ekonomiden bahsedilemez. 

Kurumlar ve kurallar hukukun üstünlüğünü, adaleti, temel hak ve özgürlükleri, katılımcı demokrasiyi ve kamu yönetiminin etkinliğini sağlar. Yaptığımız anketlerde hukuk sisteminin işleyişindeki sorunların yatırımcıyı tedirgin ettiğini ve ekonomik kararlarını olumsuz etkilediğini görüyoruz. Hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı konusunda yapılması gereken çağdaş düzenlemeler için hızla harekete geçilmesi konusunda çağrıda bulunuyoruz.

Artan finansmana erişim sorunları, kuvvetli KOBİ’ler için bile büyük risk yaratıyor.

Ticari kredi faizleri gerilediği süreçte sorunlu krediler de hızla geriledi. Ancak diğer yandan işletmeler düşük reel faiz oranlarına rağmen sınırlı kredi hacmi altında işletme sermayesi ve kapasite yatırımları için finansman bulmakta zorlandı. Değer yaratan KOBİ'lerin dezavantajlarının en aza indirgenmesi; ekonominin sağlıklı büyümesi, istihdamın artması ve toplumsal refahın gelişmesi için kritik bir adımdır. Bu çabalarla, KOBİ'lerin rekabet güçlerini arttırmaları ve ekonomik ortamda daha güvenli bir şekilde faaliyet göstermeleri sağlanabilir. Maalesef, satışları ve teknik olarak bilançosu iyi olan OBİ’lerimiz bile krediye erişimde ciddi sorunlar yaşıyor. Anketlerimizde en çok mustarip olunan konu şartların beklenmedik şekilde zorlaştırılmasıdır. İş dünyasının finansmana erişim zorluğu öyle bir safhada ki birkaç haftayı aşan hızlı bir kredi daralmasında büyük bir üretim ve istihdam kaybı yaşanmasının oldukça muhtemel olduğunu görüyoruz.

Diğer yandan kamuoyuyla yakın zamanda paylaşacağımız ikinci çeyrek anketimiz de finansmana erişimin KOBİ’ler için daha vahim bir hal aldığına işaret ediyor. İşletmeler yetersiz olan finansmana bir şekilde erişmekten, hiç finansman bulamamaya başlamıştır. Bu durum bilançosu iyi olan firmalar üzerinde dahi ciddi bir finansal stres yaratmaktadır.

Son olarak Türkiye’de döviz kurunun enflasyona geçişkenliği çok yüksek olduğunu görüyoruz. Üretim bu denli dövize bağımlıyken yani hem hammadde hem teknoloji olarak ciddi bir dışa bağımlılık söz konusu iken enflasyon ile mücadele sadece ve sadece politika faizi artırarak yürütülmemelidir. KOBİ’ler için ek tedbirlerin alınmaması, gelecek vadeden işletmelerin ve halihazırda yüksek enflasyondan mustarip hanehalklarının aşırı refah kaybına uğraması daha büyük sosyo-ekonomik bunalıma ve enflasyonist etkiye neden olabilir. Diğer yandan OECD’nin 2023 yılı KOBİ raporunda belirtildiği gibi iş gücü ve yeteneklere erişim bütün dünya KOBİ’leri için sorun. Ancak Türkiye’de hususen işler arasındaki ücret farklılıklarının silikleştiğini görüyoruz. İşletmelerde pozisyon kademeleri arasındaki makas daraldığından ücret zamları çalışanlarda motivasyon kırılması yaratmaktadır. Özellikle gelir vergisi dilimlerinde hiç beklenmeden bir güncellenmeye gidilmesi önem arz ediyor.

Türkiye’nin verimsiz KOBİ sorunu aşılmalı!

Türk KOBİ’lerini OECD ve AB ülkelerindeki KOBİ’lerin dijitalleşmesi ile kıyasladığımızda son sıralarda yer aldığımızı görüyoruz. OECD’nin raporuna göre Türkiye; web sitesi sahibi olan KOBİ’ler, E-ticaret özelliğine sahip olan KOBİ’ler, bulut servisi hizmeti alan işletmeler kategorilerinde son sıralarda yer alıyor. Bu veriler gelecek için çok kaygı verici; çünkü -özellikle COVID sonrası dönemde- dijitalleşmeye ayak uyduramayan şirketlerin yurtdışı rakipleriyle rekabet şansı bir hayli düştü. Bu durum Türkiye’nin 21. yy’de, ikiz dönüşümde başarılı olmasının, ihracat payını arttırmasının, Orta Gelir Tuzağını aşmasının, toplam faktör verimliliği sorunundan kurtularak müreffeh bir ülke olmasının önünde büyük bir engeldir. Son olarak belirtmek gerekir ki yeşil dönüşümün ayrılmaz dostu dijitalleşmenin önündeki en büyük engellerden ikisi teknik rehberlik ve finansman sorunlarıdır. Bu iki soruna yönelik çözümlerin üretilmesi, dijitalleşme yatırımlarını arttırarak Türkiye ekonomisinin verimliliğini yukarı çekecektir. Aksi halde rekabet şartları iş dünyasını dijitalleşmeye yönlendirse de dönüşüm daha yavaş gerçekleşecek ve rekabet gücümüzde daha büyük kayıplar yaşanacaktır.

Eldeki veriler; KOBİ’lerin verimlilik ve katma değer sorunu ile bütünleştiklerini gösteriyor. Özellikle son birkaç yılda yaşanan katma değer artışında öncünün büyük işletmeler olduğunu görüyoruz. KOBİ’ler ile büyük ölçekli işletmeler kıyaslandığında verimlilik dağılımında KOBİ’ler aleyhine bir seyrin artan şekilde devam ettiğini görüyoruz. Bu durumun sürdürülmesi; eşitsizliği arttıran ve sosyo-ekonomik gruplar arasındaki dengeyi bozan bir atmosfer yaratmaktadır. Büyük kurumsal işletmelerin ve kayıt dışı çalışan daha küçük işletmelerin gerçekten katma değer yaratan KOBİ’lere kıyasla avantajlı olduğu bir ekonomik ortamın sürmesine müsaade etmemeliyiz.

Yakın zamanda Yapay Zeka (AI), iş uygulamalarını ve koşullarını kökten değiştirerek yeni bir üretim devrimini tetikleyecek. Yapay zeka’nın, KOBİ'lerin hem firma içi hem değer zincirleri boyunca verimliliğini arttırması bekleniyor. Ancak KOBİ'ler yapay zeka ve Big Data'yı planlama, üretim ve pazarlama gibi süreçlere daha yavaş adapte ediyor. 21.yy'nin ilk yarısında kapitalizm dönüşürken bizleri yoğunlaşma/tekelleşme dalgasına maruz bırakacak gibi duruyor. Ülkemiz işletmelerinin 1970’lere tarihlenen üçüncü sanayi devriminin parametrelerinde iyileşme için gideceği uzun bir yol var. TÜİK’in yayınladığı girişim istatistiklerine göre imalat sanayisinde KOBİ’ler arasında düşük teknoloji kullanımı yüzde 56 iken bu oranı büyük işletmeler arasında da yüzde 46 gibi yüksek bir orana sahip. Daha yüksek teknoloji ile üretim yapan büyük işletmelerin oranı sadece yüzde 2,8 iken KOBİ’ler arasında saece yüzde 0,7’dir! Dolayısıyla, durumun aciliyetini anlayarak makul bir sanayi stratejisini yeni yüzyılın teknolojileri temelinde oluşturmalıyız.

Yüksek teknolojili sektörlere ve yeşil dönüşüme odaklanan stratejik bir sanayi politikasın, Türkiye'nin ekonomik kalkınması ve yaklaşan karbon vergisinden etkilenecek olan Avrupa ile ticari ilişkilerimiz için hayati önem taşımaktadır. Stratejik bir sanayi politikası seti KOBİ’lerimizin verimliliğini ve katma değerli üretimi arttırarak ülkenin toplam faktör verimliliğinde yukarı yönlü hareket yaratacaktır. Türkiye için kapsamlı bir sanayi stratejisinin oluşturulması ölüm kalım meselesi olarak değerlendirilmelidir.

Mevcut ve müstakbel sorunların çözümü ikiz dönüşümde yatıyor.

1,5 °C hedefine ulaşmamız için, gelişmekte olan ülkelerde temiz enerjiye yapılan yıllık yatırımın bugün 770 milyar dolardan 2030'ların başına kadar üç kattan fazla artarak yılda 2,8 trilyon dolara ulaşması gerektiği tahmin ediliyor. Günümüzde, gelişmekte olan ekonomilerdeki enerji yatırımları büyük ölçüde kamu finansman kaynaklarına dayanmaktadır. Ancak, 1,5 °C hedefine giden yolda, temiz enerji yatırımları için finansmanın yaklaşık %60'ının özel sektörden gelmesi gerekeceği Uluslararası Enerji Ajansı tarafından öngörülüyor. Dolayısıyla Türkiye’nin yaklaşık 3,6 milyon işletmeden oluşan KOBİ’leri ve 13 bin kadar şirketten oluşan büyük şirketlerimiz; hem yeşil yeteneklerini geliştirmeli hem de yatırım olanaklarına kavuşacak bir altyapıya ihtiyaç duymaktadır. Ancak üyelerimizden sıkça duyduğumuz üzere iş dünyası fabrika ve atölyelerindeki GES ve RES yatırımları için bile kredi bulmakta zorlanıyor. Türkiye’nin yeşil dönüşümde finanstan iş gücü piyasasına kapsamlı bir politika seti ortaya koyması gerekiyor.

Dünya Bankasının Türkiye Ülke İklim ve Kalkınma Raporu’na (CCDR) göre ‘Dayanıklı Net Sıfır Yolu’ (RNZP) 2022-40 döneminde 165 milyar dolar olarak tahmin edilen önemli bir yatırım gerektirmekle birlikte, bu maliyetin yaklaşık yarısının özel sektörün üstlenmesi beklenmektedir. Türkiye'nin düşük karbonlu ve iklimsel sorunlara dirençli bir ekonomiye geçerek, 2030 yılına kadar 1,2 milyondan fazla yeni istihdam yaratılması ve 20 milyar doların üzerinde ek GSYH elde edilmesi de dâhil olmak üzere önemli ekonomik faydalar sağlayabileceği tahmin edilmektedir. CDDR raporlarına göre Türkiye bir çok ülkeye göre Yeşil Dönüşüm’de avantajlı kalmaktadır. Bu potansiyelimizin gerçekleştirilmesi adına samimiyetimizin daha güçlü hedeflerle COP28’de ilan edilmesini arzu ediyoruz.

Türkiye yeşil komplesite gücü bağlamında 195 ülke arasında otuzuncu sırada olsa yer alsa da yeşil komleksite potansiyelinde altıncı sırada olup, makro düzeyde hızla uyum sağlama potansiyeline sahip olarak görülmektedir. Tam bu noktada OSB’lerin gerçek anlamda yeşillenmesi ve karbon azaltımına gidilmesi hedefinde KOBİ’lerin çalışmalarının önemi anlaşılıyor. Bütün bunlar yeni bölgesel planlamalar yeşil dönüşümün büyük bir hızlandırıcı etkiye sahip olabileceğini göstermektedir.

Pandemi sonrası dönemde dijitalleşmeye ayak uyduramayan şirketlerin yurtdışı rakipleriyle rekabet şansı bir hayli düşüktür. Elimizdeki veriler KOBİ’lerimizin modern dijital teknolojilerinin yanında geleneksel dijital araçları kullanmaktan da uzak olduğunu göstermektedir. Türkiye’nin dijital dönüşüm temelinde bir ulusal stratejiye ihtiyacı var. Dijitalleşme üzerine oluşturulacak ulusal strateji içerisinde; uzman ihtiyacını karşılayacak eğitim, bulut teknolojilerinin yaygınlaştırılması, internet altyapısının güçlendirilmesi ve 5G teknolojisinde ülkenin kullanıcı ve teknoloji sağlayıcı olarak yer alması hedefleri yer almalıdır.

Enerji verimliliği seferberliği Türkiye için zaruriyettir.

Dış ticaret ve cari açığımızda en büyük kalemi enerji ithalatı oluşturmasına rağmen ülkemiz zaman zaman enerji dışı cari fazla verebilen bir ekonomik performansa sahip. Ülkemizin sanayisinde de en önemli maliyeti enerji kalemi oluşturuyor. ABD ve AB’ye göre hem pahalı hem de kalitesiz enerji kullanıyoruz ve bu durum, enerji girdisi yüksek sektörlerimizin ihracatını, dolayısıyla ülkemizin rekabetçiliğini olumsuz etkiliyor. Sanayinin kullandığı enerjinin rekabetçi kalite ve fiyata getirilmesi gerekiyor. Daha da önemlisi ülkemizin sürdürülebilir kalkınması, kaliteli büyümesi ve toplumsal refah artışı için topyekûn bir “Enerji Verimliliği Seferberliğinin” acil olarak başlatılması önem kazanıyor. Sürdürülebilir bir gelecek için enerji verimliliğinin şart olduğuna inanıyoruz. Üye derneklerimizden Enerji Yönetimi ve Verimliliği Derneği’nin (EYODER) çalışmasına göre ülkemizin sanayide enerji verimliliği potansiyelinin yüzde 32 olup hesaplamalara göre sanayide enerji verimliliği uygulamalarıyla ulaşılabilecek tasarruf miktarı yaklaşık 25 milyar dolara tekabül ediyor. EYODER’in derlediği verilere göre enerjiyi doğru yöneterek ve enerjiyi yenilenebilir kaynaklardan tedarik ederek ülkeye yaklaşık 40-45 milyar dolar arası bir katma değer sağlamanın mümkün olduğunu görüyoruz. Binalarda ise yaklaşık yüzde 51-52 enerji tasarruf sağlanabileceği hesaplanmaktadır. Bu bağlamda ülke nüfusunun yüzde 13’ünün yaşadığı bölgede yeni yapılan deprem konutlarında da enerji verimliliğinin önemsenmesi büyük bir adım olacaktır.

Vergi tabana ve tavana adil bir şekilde yayılmalı.

Türkiye’de vergi dağılımı uzun süredir dolaylı vergilere yoğunlaşmakta. Dolaylı vergilerin bütçe içesindeki payı yüzde 65 civarında dalgalanırken dolaysız vergilerin yaklaşık oranı yüzde 35’tir. Bütçe disiplini hedefiyle dolaylı vergilere yoğunlaşmak enflasyon üzerinde olumsuz etki yaratabilir. Örneğin hijyen maddelerindeki KDV artışları bütçe açığını kapamaya veya enflasyonist bir talebi sınırlamaya yönelik değil ancak toplumsal riskleri arttırmaya yol açabilecek bir düzenlemedir. Türkiye’de enflasyonun arkasındaki nedenlerden birisinin dolaylı vergilerin yüksek olması ve vergi adaletinin sağlanamaması olduğunu görmemiz gerekiyor. Diğer yandan 2022 yılında 1 trilyon TL’nin üzerinde vergi geliri ve milyarlarca liralık cezaların tahsil edilemediği biliniyor. Vergi politikasında adaleti sağlamak için vergiyi taban kadar tavana da adil bir biçimde yaymak gerekiyor. Anayasamızın 73. Maddesinin vurguladığı gibi vergi sistemimiz yurttaşların ve işletmelerin vergi ödeyebilme gücünü belirten ‘mali güç’ kavramı çerçevesinde oluşturulmalıdır. Öncelikli adım gelir vergisi dilimlerinin yeni yapılan zamlara göre güncellenmesi olmalıdır.

Daha da önemlisi vergi adaletinin ötesinde kamu kesiminin tasarruflarını arttırması gerekliliğidir. Türkiye’de bir tasarruf açığı olduğundan tasarruf için en büyük teşvik ülkeyi yönetenlerin ve kamu kurumlarının kaynakları en verimli şekilde kullanmayı hedeflemesidir. Sadece özel sektör ve hanehalklarının davranışlarında bir değişim beklenmesi doğru olmadığından kamu kesimi iyi bir örnek teşkil etmelidir. Bütçe açığına yönelik alınması gereken tedbirlerde öncelik halihazırda yüksek olan dolaylı vergileri arttırmak değil, kamu harcamalarında doğru bir strateji izlemek olmalıdır.

Ayrıca artan vergiler ve zamlar dolayısıyla yükselen maliyetler döneminde kayıt dışı istihdam ve kayıt dışı üretim yapan işletmeler için büyük bir rekabet avantajı yarattığını görüyoruz. Bu durumda yüksek zamlar kayıt dışı ekonomiyi teşvik eder hale gelmiştir. Türkiye, kayıt dışı ile mücadele için kapsamlı bir strateji oluşturarak hem rekabette adaleti sağlayabilir hem de verimli olmayan işletmelerin ülke üretkenliğine zarar vermesini engelleyebilir.

Ekonomik kalkınma için insanı ve doğayı merkeze alan yeni bir perspektife sahip olmalıyız.


Türkiye’de son yıllarda görüldüğü üzere ekonomik büyüme sürecinde gelir eşitsizliğinin artması veya gelir dağılımının adil olmayan bir şekilde bozulması, yoksullaşanların sayısını ve yoksulluk oranını artırabiliyor. Bu durum, ekonomik gelişme hedeflerine ulaşmayı zorlaştırdığı gibi toplumsal adaleti de tehdit ediyor. Bu nedenle, ekonomik büyüme politikaları ve programları, gelir dağılımının daha adil bir şekilde iyileştirilmesini hedeflemeli ve yoksullaştıran büyüme olgusunun önüne geçilmelidir.

Ekonomik gelişmişlikte kalkınma, büyüme ve başarı tanımları da değişiyor. Yerküreyi ve insanı alabildiğine hoyrat kullanan ekonomik kalkınma ve büyüme anlayışı ile ona bağlı olarak gelişen ölçüm modelleri tarihe karışıyor. Bilgi çağının ekonomik başarı tanımının ne olacağı, büyüme ve kalkınmanın ne anlama geldiği tartışmaları ile ekonomi biliminin geldiği yer belirleyici olacak. Geleceğin ekonomi politika ve stratejilerinin hangi parametrelere yaslanacağı da bu tartışmalar ile vücut bulacak gibi görünüyor. İş insanları olarak ekonomilerin dönüşüm sürecinin risklerini ve zorluklarını göğüslemeye hazırız. Risklerden kurtulmak, toplumsal refah, huzur ve barışı inşa etmek, ülkemiz için dünyada yeni, etkin ve parlak bir gelecek inşa etmek ekonomik ve insani kalkınmayı başarmaktan geçiyor. Daha önce başardık, yeniden başarabiliriz. İnsanımızın daha iyi bir hayat için umudu ve çabasının, gençlerimizin enerjisinin yeni bir atılım için gereken koşulları sağladığına inanıyoruz.


-TÜRKONFED Ekonomi Bölümü

Paylaş: